Okuma Alışkanlığı Üzerine

Cenneti her zaman bir çeşit kütüphane gibi hissetmişimdir (Borges).

Okuma kültürümüzün her yaştan ve hemen herkesin az çok konu edindiği ve şikâyetçi olduğu bugünkü durumunu anlamak ve anlatabilmek için maziye bir göz atmak gerektiğini düşünüyorum.  Öncelikle geçmişten bugüne çokça değişen bir tanım olarak okuryazar sözcüğünün tanımına bakalım.

17. yüzyılda imzasını atabilen kişilere okuryazar deniyordu. Buna göre Fransa’da doğan ve 1657 ile 1715 yılları arasında evlenen erkeklerin %38’i ve kadınların % 32’si imza atabildikleri için evlenme kayıtlarında, okuryazar olarak kaydediliyordu.  Zaman ilerledikçe adını yazıp okuyabilen kişiler; 1950’lere gelindiğinde günlük yaşama dair basit bir mesajı anlayarak okuyup yazma kapasitesine ulaşanlar okuryazar olarak nitelendirilmeye başlandı. 1960’lara gelindiğindeyse artık işlevsel okuma yazma kavramından söz ediliyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğunda nüfusun sadece % 10’u okuryazardı. Her on kişiden dokuzu okuryazar değildi. 1928 Harf Devrimi sonrası aydın kesim, Millet Mektepleri adı altında bir okuma yazma seferberliği başlatmıştı. Kısa sürede ve ilk heyecanla okuryazar oranı artmış fakat bu heyecan aynı şekilde sürmemişti. Halk, okuryazarlık konusunda evinin önünde ve işinin başında eğitilmiş,  bu mektepler sayesinde okuryazar oranı kadınlarda % 4’ten  11’e,  erkeklerde % 17’den  30’a yükselmişti. 2008 yılına gelindiğinde  oran,  % 85.71'e ulaştı. Bugün ise nüfusumuzun % 95.5’i okuryazardır.

Oh! Öyleyse bugün okuma yazma ile ilgili sorunumuz okur yazar olmayan %.4.5 ile doğru orantılı olmalı değil mi? Olmadı, maalesef öyle olamadı. Okuma öğrettiğimiz her bireyi “okur” yapamadık. Sözcükteki geniş zaman kipinin hakkını veremedik. Yani okuma eylemini her zaman yaptığımız eylemler arasına koyamadık, koyamadık. Bunun sebepleri çok, bu yazıda sadece bir bölümüne yer verebildik. Maalesef ilkokul sıralarından itibaren çocuğa aşılanan duygu, okuma sevgisi değil. Bugün değil ilkokul, lise çağındaki bir çocuk bile kitap ile insan arasındaki bağın önemini anlatamaz; çünkü kavrayamamıştır, hissedememiştir. Ya da iğneyi de çuvaldızı da kendimize batıralım mı? Kavratamamış, sevdirememiş, hissettirememişizdir. Çocuğun günahı ne?

Çok iyi biliyoruz ki ülkemizde ilkokul sıralarından başlayan “sınav” adı verilen bir canavar  var. (Bir şey mi desem iyi olurdu? Zira neye hizmet ettiğini anlayabilmiş değilim. ) Hatta büyük şehirlerde ilkokul 1. sınıfa dahi öğrenciyi seçerek!, sınavla alan okullar mevcut. Bu, şu demek: Ana sınıfından üniversiteye, hatta daha vahim olmak üzere KPSS’ye kadar götürecek olursak bir çocuk 6 yaşından 22 yaşına kadar sınav odaklı yaşıyor ülkemizde. Öyle ki “Yavrum kahvaltıda ne yersin?” gibi bir soruya dahi çocuk beş seçenek sunmazsanız karar veremiyor. Günde yüz soru çözüyor; lakin ayakkabısının bağını çözemiyor. Sınavlarda rekorlar kırıyor; ama tavaya iki yumurta kıramıyor. Gerçek yaşamdan koparıp masa başına mıhladığımız çocuklar, sadece mecburiyetten okuyor. Sınavda sorumlu değilse okumuyor, okumayı istemiyor. Hatta sınavda sorumlu olduğu kitabın bile sadece özetini okumayı, varsa filmini izlemeyi tercih ediyor. Okumayı bir şekilde sınavla ilintilendiriliyor. Böyle olması gerektiği sistem üzerinden çocuğa bir şekilde sezdiriliyor, istemeden de olsa.

Bu günlerde çocuklara sorduğumuz soru hep şu: “Kaç kitap okudun?” Bu sonsuz ve kazananı olmayan yarış bitmeden okuma sorunumuz çözülmez kanaatindeyim. Bu soru, sizce de çocukta niteliğe değil de niceliğe odaklanmayı da beraberinde getirmiyor mu? Daha basitleştireyim şunu söylüyoruz farkında olarak ya da olmayarak: Kaç kitap okuduğun önemli, okuduğunu anlamanın, hissetmenin, onda derinleşmenin bir önemi yok. Çok oku anlamasan da olur!” Bir edebiyat öğretmeni olarak çocuklara şunu sormak isterdim: “Okuduğun kitapta seni en çok etkileyen cümle nedir? Ya da kahramanların hangisinin yerinde olmak isterdin, yazarı sen olsan bu hikâyede neleri farklı yazardın?” Sistemin çarkında ezilmek istemeyen bir öğretmen ve bir anne olarak kendimce çözümler arıyorum. Çocuklarımı –öğrencilerim dahil çocuklarımdan söz ediyorum- yarış psikolojisinden uzak yetiştirmek en büyük hayâlim. Bir defter tutturuyorum onlara, kitaplardan etkilendikleri cümleleri yazıyorlar. Bir yazarın sözleri, kalemlerinden dökülürken defter yapraklarına; zihinden yüreğe, yürekten dile, -çünkü yazarken içimizden tekrar ederiz- dilden kaleme ve kağıda geçer oradan tekrar bize. Ne şahane döngü değil mi? Bunu hızla değil keyifle, severek yapmak mesele. Başa dönecek olursak bugün kime okuryazar diyoruz. Haftada beş, on kitap bitirene mi, bir kitap okuyunca ondan değerler üretene mi? Bu sorunun yanıtı hiçbirimizi mutlu etmeyecek, belli.

Gelelim üniversite bitirip bir dilekçe yazamayan nesle. Yavruları suçlamayalım, hadi alın iğneleri elinize, kime batıracağımızı biliyoruz, değil mi? Gelin, geçmişi bir hatırlayalım. Çocuk, okumayı sökünce ne diyoruz? “Okumayı söktü.” Ödülü var mı, evet bir kurdele, hem de yüreciğinin tam üzerine. Peki, yazmayı sökmek diye bir şey var mı? Yazmayı öğrenince kurdele var mı? Sözü oraya getirmek işime gelmese de sormak gerekiyor, sınavlarda yazmanın yeri ne? Günde beş seçenekli, beş yüz soru çözen çocuğun bir şiir okuyacak, beğenip bir yerlere karalayacak vakti var mı? Yolu hep fen liselerine düşmüş bir edebiyat öğretmeni olarak, çocuklardan şunu duymaya alışkınım: “Hocam, sınavda sorumlu değiliz, neden edebiyat dersi görüyoruz?” Bu soruyla savaşım bitmedi, bitmeyecek. Ben de şunu sormak istiyorum onlara ve sizlere, Mimar Sinan’ın estetik görüşü matematikten mi yoksa fizikten miydi? Ya da ünlü matematikçi Ömer Hayyam’a şiir yazdıran rakamlar mıydı tutkuları mı?

Hızla yavaşlamalıyız! Yoksa, artık şaheserler verecek mimarlar, şiirleri yüzyıllarca okunacak şairler yetiştiremeyeceğiz. Çocuklarımızdan değerlerimizi alırsak yerine koyacak bir şey bulamayacağız. İşin teknoloji boyutu mu o da sonraki yazıya.

 

Bilgehan Öğretmen

Kasım/2024

 

*Yazıda kullanılan sayısal veriler; Yeni Türkiye Dergisi, Türk Eğitimi Özel Sayısı hocam Prof. Dr. Suat UNGAN’ın “Okuma Alışkanlığımızın Kültürel Yapısı” adlı makalesinden alıntıdır.